Başyazılar Hayatın İçinden - Ağustos 2008

Gönül dostu ve ihtiyaç sahibi yavrularımıza sahip çıkılması noktasında hizmet veren aziz dostum sevgili hocamın bana gönderdiği bir yazıyı sizlerle paylaşıyorum. Sağlıcakla kalın.

“Ankara’ya çok sık gidip geldiğimi daha önceleri beyan etmiştim.  Sıcak bir yaz günü bu amaçla otogara geldim.  Otobüsüm Bursa’dan gelecekti ve mola vermeden Ankara’ya ulaşacaktık.  Otobüs, içinde sigara içilmediğinden ve klima çalıştığından dışarıya göre daha rahattı. Bu nedenle, kalkışa 15–20 dakika olmasına rağmen otobüse bindim ve her zaman tercih ettiğim koridor tarafındaki koltuğuma kuruldum.  Gazete okumaya başlamıştım.  Ne kadar süre geçti hatırlamıyorum, birden bir ses ile irkildim.

  • Beyefendi, müsaade eder misiniz, koltuğuma geçeceğim, lütfen.

Ses, gayet etkileyiciydi ve bir diplomat edasıyla söylenmişti.  Hemen kalktım ve sesin sahibi yolcunun yerine geçmesine müsaade ettim.  Ancak bana garip gelen bir durum vardı. Diplomat edasıyla konuşan bu insan, peşmurde bir kıyafet içindeydi.  Ayaklarında kıştan kalma ayakkabılar, sırtında oldukça yıpranmış bir ceket, içinde yakası paramparça olmuş bir gömlek ve uzun süredir giyildiği belli olan sarımsı renkte bir iç göynek. Ancak bu adam, “yüzünden kan damlıyor” deyimini doğrularcasına oldukça sağlıklı ve canlı görünüyordu. İlk intibaım, bu kişinin hayatı sevdiği yönünde oldu. İçimden “dur bakalım Hoca, nasıl bir insan profili ile karşılaşacaksın” demekten de edemedim.

Yaklaşık üç saat sürecek yolculuğumuz başlamıştı.   Otobüsün hareketinden kısa bir süre sonra, eski model cep telefonu çaldı.  Telefondaki konuşmacıyı duyabiliyordum.  Arayan bir bayandı ve para bulup bulmadığını soruyordu.  Yaşlı adam, kısa ve özlü bir ifade ile “geliyorum” dedi ve otobüsteki görevlinin ikazına uyarak hemen telefonunu kapattı.  Telefon konuşması sonrası bu adam, daha da ilgimi çekmişti. Kendisi de bunun farkına varmış olmalı ki, gözlüklerinin altından bana bakarak “kızım arıyor da” demekle yetindi.  Ben dayanamadım ve “Amca yolculuk nire ?” diye söze girdim.  Giriş, o giriş.  Ankara otobüs terminaline kadar konuştuk.

Bana nüfus cüzdanını gösterdi.  Adı, Ali Muammer Akbulut. Eskişehir Günyüzü Gecek köyü 1928 doğumlu. Tam seksen yaşını devirmiş.  Hiç okula gitmemiş, ancak iyi derecede okuduğunu ve yazdığını söyledi.  Aslında Doğnay köyündenmiş.  Doğnay, Sakarya kıyısındaki Gecek köyünün yaylasıyken, sonradan köy olarak kaydedilmiş. Yaklaşık 65 hane varmış bu köyde.

İnegöl’den geliyordu.  Burada torunu varmış.  Meslek lisesinde elektronik öğretmeni olan bir torununun bu şehirde yaşadığını ve eşinin de hemşire olduğunu söyledi.   “Aslında ben arkadaşımla birlikte Haymana’daki kaplıcaya gitmeyi planlamıştım.  Ancak arkadaşım hastalandı ve ben de izin almış oldum.  Torunumun yanına gideyim, dedim.  Bu nedenle İnegöl’e gittim” dedi.

“Ne izni amca ?” diye sordum.

“Ben, Keçiören Huzurevinde kalıyorum.” diye cevap verdi.

Uzun uzun bu Huzurevindeki yaşantısını, idari kadroyu, arkadaşlarını anlattı.  Teleferikten bahsetti.  “İnsanlar, eğleniyor, biz de onları seyrediyoruz” dedi.  Benim sonradan, sorulmasının gerekli olmadğını düşündüğüm bir soruma, biraz buruk bir ifade ile “varlıkları ile yoklukları arasında bir fark yok” diye cevap verdi. Çocuklarını kastediyordu. “250 Lira çiftçilik emekli maaşı alıyorum. 200 lirasını yurda veriyorum. Kalanla da geçinmeye çalışıyorum” diye ekledi.

Huzurevinden Haymana kaplıcaları içinizin almış ve izini zoraki kullanmak için İnegöl’deki torununu ziyarete gitmişti.  Dönüşte, otobüs bileti için para bulamamış ve camide tanıştığı kişilerinin tavsiyesi üzerine Belediye’ye gitmiş ve burada kendisi için Ankara’ya gitmek üzere bir bilet temin edilmişti.  “20 YTL nedir hocam, ama ben o parayı bile bulamadım” dedi.  Dul kızının paraya ihtiyacı olduğunu, Ankara’ya varınca bu temin etmeye çalışacağını, izinli olduğu dönemde yurda ücret ödemediğini, belki bunun kendisini rahatlatabileceği, özetle anlattı.

 Bu konuşmadan sonra bir süre suskunluk oldu.  Ancak bu suskunluğu yine kendisi bozdu.  “Burası Acıkır bölgesidir.  Benim köyümün sınırları içindedir.  Tamamen bozkırdır. Bir dikili ağaç göremezsin.  Benim köyüm, Günyüzü’ne bağlı. Polatlı’ya 25 km. Bu yol, 1962–1963 yıllarında yapıldı.  Eski yol Haymana üzerinden gelir, Kavuncuk köprüsü ile birleşir ve Günyüzü’ne ulaşırdı.  Oradan da Sivrihisar’a” dedi.  Uzun uzun, Ankara yolunun Haymana bağlantısını, bazı anekdotları da aktararak, vergisini ödemeyen Ermenilerin kazma-kürek çalışarak yaptığını anlattı.

Polatlı’ya geliyorduk. Kendisinin anlatımından, Polatlının kozmopolit, Günyüzü’nün ise bütünüyle manav (Türkmen) olduğunu, Sivrihisar’da ise bazı göçmen köylerinin bulunduğunu öğrendik.  Temelli’ye gelmiştik.  Bu gördüğün göletli parkın yerinde eskiden bir büyük bataklık mevcuttu.  Burası sivrisinekten geçilmezdi” dedi.  Bölgedeki mevcut demiryolu inşaatında yer aldığını, bazı demiryolu teknik terimlerini söyleyerek anlatmaya çalıştı. 

Ankara’ya yaklaşıyorduk.  Biraz siyaset konuşmaya başladık.  Siyasetin inceliklerini biliyordu.  Konuşmalarından, kendi tercihlerinin ne olduğunu da tahmin edebiliyordum.  Ancak burada bundan bahsetmeyeceğim.  Kendisinin tercihi olmamasına rağmen, “Ecevit, sade bir vatandaştı” demekle yetindi.

Kendisinin zamanında Demirel’le, Özal’la ve bazı devlet büyükleri ile görüştüğünü anlattı.  Bu görüşmeleri belgeleyen fotoğrafları gösterdi.   “Yaşlılar adına heyetler oluşturuyoruz ve devlet büyüklerimizle görüşüyoruz” dedi. Geçen yıl PTT, yaşlılara saygı amacıyla, pul bastırmış ve bu pulun üzerinde fanusta yetişmiş çoğu aydın kişinin pire-bit ağar düşüncesi ile yanında oturmaktan kaçınacağı, bu peşmurde görünüşlü adamın resmini basmıştı.  Bu pulu, büyük bir onurla bana gösterdi. “Beyefendi, çoğu kişi benimle sohbet etmek istemiyor, benden kaçıyor.  Siz bunu yapmadınız.  Siz yoksa ilkokul öğretmeni misiniz? Bizim köyün öğretmeni de sizin gibi hoş sohbet bir adamdı. Sizinle sohbete doyamadım” dedi.

Ankara’ya gelmiştik.  Yaklaşık 3 saat su gibi akıp geçmişti.  Ben, ilkokul mezunu bile olmayan bu insandan, hayata dair çok şeyler öğrenmiştim.  Kendini ziyaret edeceğimize söz verdim, sarıldık ve ayrıldık.  Bana bu sohbet, hayatın içinde ortaya konulan çabaların çok önemli değerler olduğunu gösterdi.   Herhalde “hayat üniversitesi” dedikleri bu.

Bazı şeyler var ki, okunarak öğrenilemiyor.  Eğitim kurumlarında elde edilemiyor. Bunun için akademik kariyerde yeterli değil. Yaşamak veya yaşayanın halinden anlamak lazım.”

Hocam, doğru söze ne denir?  Ağzına diline sağlık. Saygı ve sevgilerimle.

 

HASAN TAHSİN EDEBALİ

Eskişehir Web Tasarım